Aşk üzerine kurulan
ikili ilişkileri, diğer ilişkilerden daha özel kılmamızın en büyük nedeni;
bireylerin birbirlerine teslim olmalarından ileri gelir. Teslim olmak; egoyu aşmayı, kişinin karşısındaki
kişiyle kendini bir bütün olarak görmesi, sevgisini koruyabilmek adına gerektiğinde
kendi arzularından fedakarlık edebilmesini gerektirir. Bazı insanlar diğer insan
ilişkilerinde de bu temaları görünür şekilde yaşayabilirken, bazı insanlar en
çok eşlerinde yaşar. Her iki ayrımın ortak noktası ve dünyasal özeti; kadın ve
erkeğin bir araya gelerek insan olgusunu bütünleştirebilmesinden, bu birleşimle
dünyaya gelmiş olmasından kaynaklanır.
Hepimiz atalarımızdan bizlere aktarılan genetik kalıtımlarla
geliriz. Bu kalıtımların hepsinde çeşitli karakteristik psikolojiler ve kişilik-davranış
bozuklukları olabilir. Dünyayı, kültürleri, gelişim sürecini, değişen düzeni
göz önünde bulundurduğumuzda bu oldukça normaldir. Anne ve baba ilişkilerimiz,
büyüme ortamımız ve çocukluk yıllarımız yaşam şeklimize ışık tutar. Eski zaman
algılarının günümüze uyarlanması oldukça zordur. Tüm bu kalıtsal özellikleri
dönüştürebilmemizin, günümüzde geçerli olan modelleri ortaya çıkarabilmemizin, kendi
gerçeklerimizle yüzleşebilmenin tek yoludur Aşk…
Hepimiz aşk duygusunu en az 1-2 kez yaşar, hayatın en büyük
derslerini, derin acıların keskin izlerini Aşk’la alır, yaşamla ilgili
bilemediğimiz herşeyi o yolda öğreniriz. Çoğu birey ilk deneyimin sarsıcı
koşullarına dayanamaz ve aşka küser. Kimileri de Aşk’ın gerçeklere ulaştıran kapısını aralar ve aşk’ın
özünü görmeyi başarır. Bireyin ilk deneyimlerinde doğru eş seçimine gitmesi
oldukça zordur. Kodlarında mevcut olan bilgileri görebilmesi ve düzenlemesi
gerekir.
Merak ve öğrenme duygusu
onu bilgiye ittiği takdirde farkındalığı artar; evreni, dünyayı, insanı,
ilişkileri, şimdiki zamanda geçerli olanı algılar. Bazı insanlar bu durumu
deneyimlerle ve geçen zamanla görme şansı elde eder, bazıları ilişkileri veya
evlilikleriyle bu evrimi gerçekleştirir. Bu olgulardan habersiz kişiler ise
bilmedikleri bir arayışın içinde kaybolmaya, kalıtsal kökleriyle şimdiki
zamanda yaşamaya çabalarlar.
Aşk içinde
gerçekleşen dönüşüm süreci kolay değildir ve çok derin sularda yüzmeyi
gerektirir. Sağlıklı ilişki bireyin
kendine duyduğu sevgi ve saygıyla başlar. Kendine yapılmasını istemediği
eylemleri partnerine de yapmaz. İlişkilerde aldatmalar ve yasak aşklar, sadist
ve mazoşist eğilimler, manipülasyon, şiddet, yanlış eş seçimleri, kurban ve
kurtarıcı rolü, bağlanmaktan korkma,
saplantılı aşklar, şiddetli kıskançlık, duygusal boşluk, tatmin olamama, sık
partner değişikliği ciddi psikolojik sorunlarına işaret eder ve hiçbiri gerçek aşk duygusu değildir. Erkeklerin anneleriyle, kadınların babalarıyla
olan ilişkileri bu etkileri hayatımızda görünür kılan en büyük etkenlerin
başında gelir…
Jung’un Anima & Animus
arketipi, anne-baba ilişkilerinden yola çıkar. Babasından şiddet gören,
gelişimi için yeterli düzeyde güven ve sevgi alamayan kadın, kendine şiddet
gösteren, ona değer vermeyen partnerlere ilgi duyar. Annesi tarafından terk
edilen bir erkek, kadınlara bağlanmaktan korkar, genelde güvenilmez kadınlara
çekilir ve terkedilme korkusuyla savaşır. Durumun fark edilmemesi ve konuyla
ilgili bilinçsiz hareket edilmesi, kişilerde büyük travmalara yol açar.
Bireyler çocukluk yıllarında maruz kaldıkları duygusal acıların oluşturduğu
travmaları, karşı cinse yansıtmaya başlar ve kendi çatışmalarıyla, karanlık
gölgeleriyle sevişmek isterler.
Anne ve babamızla kurduğumuz ilişkiler; bilinçaltımıza
kodlanan değer yargılarını ve insanlarla kurduğumuz ilişkileri, kadın-erkek rol
modelimizi oluştururlar. Bu yüzdendir ki, insan psikolojisinin en temel
katmanları anne & baba ilişkisi üzerine kuruludur. Kadının
bilinçaltında maskelediği baba modeline ve eril yönlerine Animus, erkeğin
bilinçaltına maskelediği anne modeline ve dişil yönlerine Anima denir.
Anima ve Animus bir araya geldiklerinde yüksek çekim etkisi oluşturur ve
bireyler bunu aşk zannederler. Oysa bu ilişkiler patolojik sorunlarla doğmuştur
ve ebeveynlere duyulan öfke enerjisini içinde barındırır. Kişiler birbirine acı
çektirerek aşk yaşadıklarını sanırlar ve sonuçta yukarıda bahsedilen kişilik
bozuklukları ortaya çıkar.
Anima ve Animus
kavramı gölge ilişkileri temsil ettiği gibi ruh eşi dediğimiz aydınlık
ilişkileri de temsil eder. Aydınlık ilişkilerin ortaya çıkabilmesi için kişinin
kendisiyle yüzleşmesi, ebeveynleriyle sağlıklı ilişkiler kurması ve kendi öz
değerini geliştirmesi esas kurallardır. Ancak bu noktadan sonra kendi değerini
fark eder ve partner arayışlarında doğru eş seçimini gerçekleştirir. Kendine
saygı duyan birey ilişkide sevilmek, saygı görmek ister ve kendisine
yapılmasını istemediği hiçbir şeyi karşısındaki kişiye yapmak istemez. Teslim
olmak kavramı bu noktada etkili çalışır ve kişi kendi egosunu aşarak,
karşısındaki kişiyle sağlıklı bir bütünleşme sağlar.
Şimdi kendimize dürüst olma zamanı… Bilmezken
yaptığımız hatalardan sorumlu değiliz. Üstelik insana özgü her durum ve
davranış bizler içindir. Bilgi, değişimi gerektirir. Her değişim, ölümü ve
yeniden doğmayı... İnsan doğası gereği gerçeklerden kaçmaya meyillidir. Oysa en
büyük cehennem, bilgiden kaçan ve değişimden korkan bireylerin yaşam şeklidir.
Değişim cesaretini göze alabilen bireyler ise doğumla birlikte cennete
ulaşırlar…
Yukarıda da bahsedildiği gibi bu durumu farketmek, dönüştürmek,
öz saygıyı geliştirmek kolay değildir. Hepimizin
hayatı boyunca buna benzer deneyimler yaşamış ya da yaşıyor olması muhtemeldir. Elimizde
olmayan durumların ve anne- babalarımızın bilinçsiz yaklaşımlarını yaşam boyu
bedel olarak ödemek zorunda değiliz… Huzur bulmak ve mutlu olmak
istemiyorsanız, acı çekmekten ve çektirmekten hoşlanıyorsanız, ilişkilerinizde
bahsi geçen sorunları yaşayarak aşık olduğunuzu sanıyorsanız;
Kendinize gelme zamanı…